4 Ekim 2008 Cumartesi
Jungfrukällan (The Virgin Spring) - 1960 - Ingmar Bergman
Criterion Collection, NTSC
1.33:1
DVD9
http://www.imdb.com/title/tt0053976/
Bergman'ın sineması bir bütün halinde çekici. Kamera hareketleri, oyunculuk ve Bergman filmlerine adeta bir fon olarak hafızama kazınan İsveççe.
The Virgin Spring, The Seventh Seal (1957) gibi orta çağdan bir hikaye, yine The Seventh Seal gibi metaforlarla dolu. Hikaye, uzaktaki bir kiliseye mum bırakmak için üvey kızkardeşi Ingeri ile yola çıkan Karin'in yolda tecavüze uğrayıp öldürülmesi ve bu olay ertesinde babasının katillerden öc alışını anlatıyor. Hıristiyanlık ve pagan inanışı filmin gerisinde bir fon olarak yer alıyor. Aslında film sadece bu konu çerçevesinde az sayıda oyuncu ile az sayıda mekanda çekilip bitirilmiş, ama sinemada nicelik değil nitelik önemli! Bu kadarı bile Bergman'a yeteneğini göstermesi için ne müthiş bir çerçeve sağlıyor!
İyilik, kötülük ve ahlak temaları Bergman'ın ısrarla üzerinde durduğu konular. Bu filmin esas amacı da bu temalarn birbirleri ile çakıştırmak, bir nevi kavgaya sokmak. Bakire ve masum Karin kutsal bir amacı yerine getirmek için bir yolculuğa çıkıyor ama yolda hem bekaretini kaybediyor, hem de öldürülüyor. Tanrı nerede? Baba Töre (Max von Sydow) kızının katillerini ne kadar tereddüt etse de öldürüyor, hatta katillerin yanındaki masum küçük çocuğu bile. Bu canilerin hayatlarını bağışlamak için ne kadar iyi olmak gerekir? Evlenmeden hamile kalan ve aileden dışlanan üvey kızkardeş Ingeri hayatı boyunca kıskandığı Karin'in tecavüze uğrayışını ve öldürülüşünü görüyor. Kıskançlığı o kadar büyük ki kardeşinin hayatını kaybediyor olması dahi bu kinin önüne geçemiyor.
Bu açıdan bakıldığında film insanların zaafları ve pişmanlıkları üzerine kurulmuş diyebiliriz. Anne Märeta kızını en güzel giysileriyle saçlarını savura savura ormana dalmasına izin verdiği için pişman. Kızının sevgisine ve kızının babasına karşı duyduğu sevgi karşısındaki kıskançlığa yeniliyor. Baba Töre kızını kiliseye gitmek için zorladığına pişman. Kızını disiplin içerisinde yetiştirme tutukusu sonuçta vahim bir olaya neden oluyor. Ingeri Karin'e duyduğu kıskançlık yüzünden ona yardım edemiyor ve sonunda bundan pişman oluyor.
Tanrı insanların bu zaaflarını ortaya çıkarmak için mi bu garip oyunu oynadı gerçekten, bu yüzden mi masum bir bakirenin katline izin verdi? Görünüşe bakılırsa öyle, çünkü ailesi Karin'in cesedini öldürüldüğü yerden kaldırdıklarında, Karin'in başının altından bir pınar fışkırmaya başlıyor, hemen oracıkta bir dere oluşuyor. Tanrı hala onlarla beraber, onların yanında.
Tüm bu "climax" anlarında Bergman'ın sezgi dolu kamerası mekanı öyle bir açıdan alıyor, oyuncuları öyle iyi yaklaşımlarla gösteriyor ki bu filmden zevk almamak imkansız. Dediğim gibi, kadro ve konu kısıtlı. Ancak filmi mükemmelleştiren baş rol oyuncusu Bergman.
İzlediğim kopya gerçekten muhteşemdi. Criterion'ın standartlaşmış kalitesi bu filmin transferinde de en iyi şekliyle uygulanmış. İyi görüntü seyir zevkini oldukça etkileyen bir unsur gerçekten.
3.4 / 4.0.
3 Ekim 2008 Cuma
Tre Fratelli (Three Brothers) - 1981 - Francesco Rosi
Facets, NTSC
1.33:1
DVD5
http://www.imdb.com/title/tt0083226/
Politik sinemaya karşı bir zaafım olduğunu söylemeliyim. Rosi politik sinemanın ilahlarından, onu Amerika'nın Lumet'inin İtalyan karşılığı olarak görüyorum, tabi az da olsa İtalyan romantizmi ve estetiği ile bezenmiş olarak. Ancak ne Rosi ne de Lumet Ken Loach değil elbette ;).
Three Brothers üç erkek kardeşin annelerinin ölümü dolayısıyla babalarının köy evinde bir araya gelişinin hikayesi. En küçüğü ile arasında 20 yaş olan en büyük kardeş meşhur ve idealist bir yargıç. İtalya'nın ülkemizdeki sağ-sol çatışmasına benzeyen çalkantılı 70'lerinde üstleneceği bir dava dolayısıyla hayatından endişe ediyor. En küçük kardeş sol eğilimli yarı-militan bir fabrika işçisi, karısından ayrılmak üzere, köy evine küçük kızı ile geliyor. Ortanca kardeşleri bir ıslahevinde görev yapıyor, diğer iki kardeşe nazaran Tanrı'ya daha yakın ve dünya işleri ile en az ilgili olanı. Babaları ise yaşlanmış basit bir köylü.
70'ler İtalya'sının bir özeti olarak görülebilecek olan film tam bir semboller yığını. Filmdeki karakterlerin hepsi İtalya'nın belirli bir sosyal tabakasının ortalamasını temsil ediyor. Büyük kardeş sosyal çalkantıyı düzene sokmaya çalışan ideal devletin bir yansıması. İtalya'nın meşhur mafya-polis-devlet-vs üçgeni veya çokgeninde, kimin elinin kimin cebinde olduğunun dahi bilinemediği bir ortamda adaletsizliği ve karmaşayı ortadan kaldırma teşebbüslerinin dönüp dolaşıp kendi varoluşunu tehlikeye sokacağı bir devlet.
Ortanca olan kardeş gerçek dünyada etliye sütlüye karışmadan, sadece insanların daha iyi kalpli olmasına iman ederek herşeyin yoluna gireceğini uman ütopik dini düşünce. İnsanların reel sorunlara taraf olmamaları için iyi bir bahane sunuyor, bunun yanında sorunlara zaten taraf olmak istemeyen pasif insanların korkaklıklarını perdeliyor.
Küçük kardeş ise çalışan genç nüfusun bir temsili. Modern şehir hayatının taşralı işçi gençler üzerinde yarattığı ailevi ve maddi bunalımları yaşıyor. Bu bunalımların soğuk gerçekliğine yine gerçek hayatta gerçek tepkiler vermeye gayret ediyor.
Yaşlı baba, tüm bu kargaşa içerisinde kimsenin önemsemediği ve gözden düşen köylülüğü temsil ediyor. Çıkarları uğruna birbirini yiyip bitiren sınıflar arasında ürettiği az ile yetinen, geçmişe özlem duyan sessiz sınıf.
Film bu şekilde izlenince karakterlerin herhangi bir sahnedeki pozisyonu veya en küçük jestleri sembolik bir anlama bürünüveriyor. Annelerinin ölüsü başında okunan duanın gösterildiği sahnede baba ve ortanca kardeşi en ön safda görüyoruz. Küçük kardeş ise en geride lakayt bir şekilde duvara yaslanmış. Devleti temsil eden büyük kardeş biraz geride saygılı bir şekilde duayı dinliyor, ancak odaya dalan bir habercinin vereceği haberi almak için geri dönmemek üzere odayı terk ediyor, haberi alıyor ve dışarıdaki insanların arasına karışıyor.
Başka bir sahnede büyük ve ortanca kardeş masa başında insanlık üzerine bir tartışmaya girmiş, küçük kardeş ise eski sevgilisini ayartmak için dışarı çıkmışken baba acıkan karnını eline aldığı bir somun peynirden kestiği küçük parçalar ile sessizce doyuruyor.
Filmin sonlarına doğru sabah uyandığında ortanca kardeşi kendine kahve hazırlarken görüyoruz, kahve pişerken ikinci kattaki mutfak penceresinden dışarı doğru bakıyor. Kamera ortanca kardeşin kafasını ortalayarak aşağıdaki bahçede dolanan sol yanda büyük kardeşi sağ yanda küçük kardeşi gösteriyor, kullarını yukarıdan seyreden Tanrı misali kardeşlerini izliyor ve ağlamaya başlıyor. Ağlamasının nedeni insanların çektiği acılar mı yoksa kendi korkaklığından duyduğu utanç mı, bunu bilmiyoruz.
Bu filmi ülkesinin tarihi ile ilgilenen bir İtalyan izlese şüphesiz çok daha fazla metafor ile karşılaşacaktır. Rosi ülkesindeki sorunları bilen ve bunlara tepkisini sanatı aracılığıyla gösteren iyi bir sanatçı. Rosi'nin birkaç filmi hakkında da yazacağım.
Filmin bu anlamlı içeriğini nasıl aktardığına gelirsek... Rosi'nin sahne kurguları ve kamera hareketleri yine göz alıcı. Ancak benim izlediğim kopya zannedersem bir VHS transferi idi ve görüntü kalitesinin mükemmel olmamasının yanında çizikler ve bozulmalar göze çarpıyordu. Bu durum filmin görsel etkisini azaltıyor. Bunun yanında sesler de filmin orjinalinden kaynaklanan problemlerden ötürü film içerisinde gerçek bir efekt yaratamıyor. Esasında kamera ile deşilebilecek pek çok ayrıntı bulmanın mümkün olduğu film mekanı içerisinde Rosi çoğu zaman olduğu gibi içeriği ön plana çıkaracak sahneleri izleyicinin gözüne sokmayı tercih ediyor, genel sinemasal etkiyi ikinci plana atıyor. Küçük kardeşin kızının köy evini yanlız başına keşfettiği sahnelerdeki iyi fon müziği, diğer seslerin filme entegrasyonundaki problemlerden ötürü yeterli etkiyi sağlayamıyor. Bunun yanında bu sahnelerdeki esas problem, Rosi'nin gerçekçi kamerasının burada beklenen romantik etkiyi aktarmakta bir miktar güdük kalması diyebiliriz.
Sonuç olarak, politik sinemadan hoşlananlar için iyi bir seyirlik.
3.1/4.0
26 Eylül 2008 Cuma
The Killing - 1956 - Stanley Kubrick
MGM NTSC
1.33:1 Original Aspect Ratio
DVD5
http://www.imdb.com/title/tt0049406/
The Killing, Stanley Kubrick'in ilk "feature film"i olarak kabul ediliyor. Bundan önceki Killer's Kiss (1955) ise zannedersem sadece bir saatlik süresi nedeniyle "full length" olarak kabul edilmiyor.
Film enteresan bir şekilde, hikayede geçen karakterlerin belli bir saatte bulundukları ortamı ve o sırada yaptıklarını gösteren hızlı bir belgesel havasında başlıyor. Bu hızlı başlangıç bize karakterlerin kişilikleri ve işleri konusunda kabataslak bir fikir veriyor. Karakterler esasen bir çetenin elemanları, amaçları ise at yarışlarında oynanan bahis paralarını hipodromdan çalmak.
Çetenin başı Johnny hem çete üyelerini hem de diğer şeyleri akıllıca bir plan çevresinde organize ediyor. Biz de yavaş yavaş planın ayrıntılarını öğreniyoruz. Belirgin bir anlatım tekniği olarak kullanılmasa da filmdeki "flash-back"ler filmin yavaş yavaş şekillenen yapısına iyi bir hava katıyor.
Soygunun gerçekleştirilme sahneleri oldukça heyecanlı geçiyor. Soygun başarılı bir şekilde yapılıyor ancak çete üyelerinden birisinin açıkgöz karısı ve sevgilisi tüm işi neticede berbat ediyor ve Johnny dışında tüm çete üyeleri ölüyor. Soygun konusundaki herşeyi büyün ayrıntılarıyla planlamış olan Johnny ise para ile baş başa kalıyor ancak o da hesap etmediği çok küçük bir ayrıntının kurbanı oluyor.
The Killing çok iyi bir film, belki de "film-noir" denilen alt türün en iyi örneklerinden. Çekimler, oyunculuk kalitesi ve sahneler oldukça başarılı, hikaye ilgi çekici, anlatımın ilerleyişi harika, tabi ki Kubrick etkisi. Ancak çok övülen Kubrick'e bu film bağlamında değil ama genel olarak bir eleştiri getirmeme müsade edin.
The Killing ve bu filmden sonra Kubrick'in yönettiği 9 filme baktığınızda, hepsinin bir roman uyarlaması olduğunu görürsünüz. Tüm filmlerde Kubrick ya uyarlamayı kendisi yapmış ya da senaryo yazımını aktif bir şekilde domine etmiş. Ancak Kubrick gibi iyi bir sinemacı neden Bergman, Godard veya
Antonioni gibi kendi hikayelerini anlatmıyor?
Bunun nedeni Kubrick'in hayata ve sinemaya bakış açısında gizli. Kubrick sinemayı esasen bir eğlence aracı olarak görüyor diye düşünüyorum. Kubrick bu işi, yani sinemanın iyi bir seyirlik olması işini çok iyi yapıyor, aynen evini çok iyi temizleyip düzenleyen bir ev hanımı veya kütüphanesindeki kitapları isimlerine ve boylarına göre mükemmel olarak dizen özenli kütüphaneci gibi. Sonuçta ortaya geçekten ilgi çekici bir şey çıkıyor, bir tek şey eksik olmak üzere: Sanatsal ruh.
Kubrick'in filmlerini dikkatlice incelediğinizde filmin konusu hakkında yorum yapmaktan her zaman kaçındığını görürsünüz. Kubrick olayları anlatırken taraf tutmaz, olayları olduğu/olabileceği şekliyle ("as it is") anlatır. Full Metal Jacket ve Paths of Glory gibi savaş hakkındaki filmlerde bile taraf olmaktan kaçınır. Kubrick'in bu özelliği belki gazetecilikten gelmiş olmasındadır ve belki bir bakıma iyi bir şey olarak algılanabilir, olan/olabilir şeyleri tarafsız anlatmak. Ancak yapmak istediğiniz şey gazetecilik değil sanat ise, bir taraf tutmalısınız.
En başta söylediğim gibi bu Kubrick'in hayata bakışı ile alakalı bir şey. Kubrick tuhaf bir insandı. Hayatı boyunca İngiltere'deki evinden çok az ayrıldığı söylenir. İşlerini genellikle telefonla hallederdi, bir bakıma toplumdan izole olduğu söylenebilir. Elbette bu bir zorunluluk değildi, tercihi bu yönde idi. Bu açıdan bakıldığında Kubrick'in kendi keyfi yerinde oldukça dünyadaki problemlerin onu pek de ilgilendirmediği söylenebilir. Bu hususlara ilişkin rivayetler ve eleştiriler çoktur, isteyen araştırabilir.
Dolayısıyla Kubrick için sanat, sanatçıya rahatsızlık veren konular üzerinde toplumsal bir protesto olmaktan çok bir tatmin aracıydı. Bu yüzden de yeterince ilgi çekici olduğu müddetçe Kubrick için konunun pek de önemli olmadığını düşünüyorum. Benim gözümde bu husus Kubrick'i tam bir sanatçı olmaktan her zaman bir adım geride tutmaktadır.
The Killing ile devam edersek, film oldukça iyi kotarılmış bir film. Üzerinden geçen elli seneye rağmen halen heyecanla izlenebiliyor, bu da Kubrick'in ustalıklı oyuncu yönetiminden ve anlatım becerisinden kaynaklanıyor.
3.5 / 4.
Herr Tartüff (Tartuffe) - 1925 - F.W. Murnau
Eureka Video - Masters of Cinema #4 - Region 2 - PAL
Original aspect Ratio 1.33:1
DVD9
http://www.imdb.com/title/tt0017448/
Murnau muhteşem bir sinemacı. Faust (1926)'da Mephisto'nun köyün üzerine kötülük tohumlarını saçtığı sahne unutulmazdı. Şimdilik sadece Faust'u ve Tarfuffe'yi izleyebildim Murnau'dan. Ancak yakın zamanda daha fazla Murnau izleyeceğim ve izlediklerimi yazacağım.
Tartuffe Moliere'in bir oyunu hatırlayacağınız üzere. Açıkçası oyunu hiç okumadım, veya okuduysam da hatırlamıyorum. Ancak sinema klasik eserleri öğrenmek için eğelenceli (veya tembel mi demeli!?) bir kaynak. Murnau'dan Tartuffe'yi ve Faust'u öğrenebilir, Welles'i Shakespeare'in Othello'su ve Macbeth'i için kaynak olarak kullanabilirsiniz.
Tartuffe film içinde bir film. Esasen yaşlı bir adam, hizmetçisi ve adamın torunu arasındaki ilişkiye dayanıyor. Hizmetçi aktör torunu kötüleyerek yaşlı adamı mirası konusunda ikna etmeye çalışıyor. Ancak adamın torunu hizmetçiyi kandırıp kılık değiştirerek bir şekilde eve giriyor ve Moliere'in oyununa dayanan Tartuffe isimli filmi evin içerisinde gösteriyor.
Bu filmde ise, bir aziz kadar dindar görünen ancak esas derdi dünya nimetlerinden sonuna kadar yararlanmak olan düzenbaz Tartuffe'nin içine daldığı bir ailenin hikayesini izliyoruz. Düzenbaz Tartuffe, etkisi altına aldığı evin erkeğini karısından soğutmaya çalıştığı gibi adamın mallarına da el koymaya çalışıyor. Kadın ise Tartuffe'nin bu dümenini fark edip bir şekilde kocasını Tartuffe'ye karşı uyandırmaya çalışıyor.
Bu film bitince, yaşlı adamın torunu gerçek kimliğini açıklıyor ve dedesinin hizmetçinin gerçek yüzünü görmesini sağlıyor.
Tartuffe rolunde muhteşem Emil Jannings'i izliyoruz. Bu muhteşem mimiklere sahip değişik görünüşlü adamı Faust'ta Mephisto rolünde, The Blue Angle (1930)'da ana karakter Rath rolünde izlemiştim.
Tartuffe küçük hatta kısa bir film. Bahsettiğim gibi hikaye doğrudan anlatılmıyor ama filmin içerisinde başka bir film olarak aktarılıyor. Filmin içerisinde çok fazla karakter yok. Bazı saheler gereksiz olarak uzatıldığı halde filmdeki karakterlere derinlik katacak olanaklar filmin kısa süresine sığmıyor gibi bir görünüşü var. Sanki bütçe kısıtlarından ötürü alelacele bitirilmek zorunda kalınmış gibi.
Ancak yine de sadece Jannings için bile izlemeye değer diyorum.
3.0 / 4.
La Luna (Luna) - 1979 - Bernardo Bertolucci
Kinowelt / Arthaus Region 2 - PAL
Widescreen anamorphic - 1.85:1DVD5
http://www.imdb.com/title/tt0079495/
http://www.dvdbeaver.com/film/DVDReviews25/la_luna.htm
Bertolucci'nin filmleri herkese göre değil, bazen rahatsız edici. En önemli filmi sayılan The Last Emperor (1993)'ı halen görmemiş olsam da, Last Tango in Paris (1972), The Sheltering Sky (1990), Stealing Beauty (1996) ve The Dreamers (2003)'ı izledim. Belki filmleri arasında benim izlediklerim özellikle rahatsız edici olanlardı.
Bertolucci'nin favori teması insanın değişimi gibi geliyor bana. İnsanların yaşlarının ilerlemesi dolayısıyla, başlarına gelen bir olay yüzünden veya sadece sıkıntıdan ötürü insan psikolojisinde ve neticede bunun dışavurumu olan davranışlarındaki değişim.
La Luna'nın iki ana karakteri, anne ve oğlu, ailenin babasının ölümü ile Amerika'dan İtalya'ya taşınıyorlar. Caterina İtalya'da yarım bıraktığı opera kariyerine devam ederken, 14 yaşındaki Joe yanlızlıktan ötürü eroin bağımlısı haline geliyor. Caterina'nın opera kariyeri ve Joe'nun bir eroin bağımlısına dönüşürken yaşadıkları esasen filmde arkaplan olarak yer alıyor. Filmin esas anlattığı bu iki karakter arasındaki ilişkinin değişimi.
Film bu değişimi anlatırken hakkını veriyor diyebiliriz. Özellikle anne Caterina rolundeki Jill Clayburgh'un bu sıradışı karakteri oldukça iyi oynaması filmin esas dayanağı oluşturuyor. Ergenlik dönemindeki Joe'nun bu süreci normal bir şekilde değil de bir eroin bağımlısı haline gelerek yaşaması, anne-oğul arasındaki ilişkinin niteliğini değiştiren esas faktör. Bağımlılığın yarattığı farklı ruh halleri Joe'nun annesine karşı daha açık olmasına neden oluyor. Caterina ise ister istemez oğlunun yaşamını daha fazla ciddiye almak durumunda kalıyor.
Ergenlik dönemindeki Joe'nun artan cinsel istekleri zorunlu olarak en yakınındaki kadına, yani annesine yöneliyor. Sıradışı anne karakteri bu yönelimi bir yerde kabul ediyor ve hatta bir süre sonra kendisi de zaman zaman oğluna karşı arzu duyuyor. Bu sürecin hem izlemesi hem de muhtemelen oynaması rahatsız edici sahnelere yol açtığını itiraf edelim.
Burada dikkat çeken bir husus, karakterlerin kişiliklerinde bir idealizasyonun söz konusu olması. Toplumun yadsıyacağı türden böyle bir ilişkiye girerken ne Joe ne de özellikle Caterina bu durumun yol açabileceği sonuçları sorgulamıyor. Bunun nedeni, yine sıradışı Caterina karakterinin bu sürecin oğlunun içerisinde bulunduğu dönemden kaynaklandığının ve gelip geçici olduğunun farkında olması diyebiliriz.
Belki de Bertolucci filmlerinde hoşuma giden yan bu. Karakterlerin toplumsal önyargılardan bağımsız olarak değişimlerini yaşayabilmesi. Bu elbette bir idealizasyon, ancak izlemesi bile keyif verici. Bu özellik izlediğim tüm Bertolucci filmlerinde mevcut.
Netice olarak La Luna güzel bir film, izledikten sonra insanın içinde güzel bir duygu bırakıyor. Renklerin yansıması ve çekimler çok ustalıklı, müzikler güzel ve akılda kalıcı. Joe'nun operada dolaştığı sahneler muhteşem.
3.5 / 4.
25 Eylül 2008 Perşembe
Hakkında
Bu blogun aleme yönelik belirgin bir amacı yoktur, varsa bile ben henüz bilmiyorum. Bir amaç, webde gezinirken hangi filmi izlesem, ne yapsam diye sıkılanlar için bir yol gösterici olabilir belki. Ya da sinema tarihine benimle birlikte dalmak isteyenler için bir başlangıç. Kendime yönelik amaç ise, başlığın altında belirttiğim gibi, izlediğim filmlerin düşündürdüklerinin bir güncesini tutmak.
Filmler ve yönetmenler hakkında kendimce düşündüklerimi yazıyorum burada. Ancak şunu söylemeliyim ki düşündüklerimin ve yazılabileceklerin hepsini yazmıyorum. Bir film hakkındaki yazıyı bitirdikten sonra şunu da yazabilirdim, şunu da ekleyebilirdim diye aklıma yeni şeyler geliyor. Fakat o yazıyı açıp bunları tekrar eklemiyorum. Bunun nedeni hem yazıları mükemmelleştirme gibi bir kaygımın olmaması hem de zaman darlığı. Yazıları mükemmelleştirmek için her zaman katkıda bulunabilirsiniz veya yazılanları saçma bulabilir, itiraz edebilirsiniz. Bu durumlarda yorum yazınız, yazılara herkesin yorum yapma izni vardır.
Sitenin içeriği izlediğim filmler. Burada vizyona yeni girmiş filmlerin tanıtımını veya "blockbuster" tabir edilen filmleri bulamayacaksınız. Göreceğiniz üzere izleyeceğim filmleri seçerken filmin çekildiği tarih veya ülkesi gibi hususlarında bir ayrım yapmıyorum. Sinemayı olağanüstü bir sanat olarak görüyorum ve bu sanatsal çabayı göstermiş her filmi izlemeye çalışıyorum.
İzlediğim filmler elbette burada yazılan filmlerle sınırlı değil. Şunu belirtmeliyim ki, bu yazıyı yazdığım şu tarihten önce seyrettiğim filmleri, eğer tekrar izlemezsem, buraya koymayacağım. Bunun yanında şu tarihten sonra izlediğim filmlerden de sadece yüksek çözünürlüklü olanlara yer vereceğim, sinema, DVD5 ve DVD9 gibi. DivX formatını filmler için bir "overview" olarak görüyorum. DivX formatında seyrettiğim bir filmi gerçekten beğenirsem, o filmin DVDsini, mümkünse DVD9 kopyasını bir şekilde edinmeye çalışıyorum.
Her şeyi yazmıyorum dedim ancak, yazılarda özellikle yer vermeye gayret ettiğim hususlar şunlar: Seyrettiğim kopyanın dağıtıcısı, formatı, IMDb bağlantısı ve konusu. Bir de kendi çapımda puanlama yapıyorum.
Sinema tarihinin içerisine girince şunu görüyorsunuz: İzlenecek o kadar çok muhteşem film var ki! Bu filmler hiç bir şekilde Atilla Dorsay kitapları vb. ile sınırlı değil. Hiç beklemediğiniz yerde hiç beklemediğiniz güzelliklerle karşılaşabiliyorsunuz.
Bunun yanında sinema "sektör"ünün kendi koşullarından kaynaklanan saçmalıklar da mevcut. Söz gelimi Türk sinemasını düşünün. Sinema tarihimiz boyunca çekilmiş filmlerin ne kadarına şu anda DVD olarak ulaşabiliyoruz? Hadi biz ulaşabildik, bu filmleri dünyaya ne kadar tanıtabiliyoruz? En basit olarak "Gemide" filminin İngilizce altyazılarına hiç göz attınız mı? Tam bir saçmalık! Türk filmlerinin bu şekilde ziyan edilmesine içim acıyor. Merak ediyorum TRT'nin arşivinde çürümeye terk edilmiş ne kadar Türk filmi vardır acaba?
Herkese iyi seyirler!
Filmler ve yönetmenler hakkında kendimce düşündüklerimi yazıyorum burada. Ancak şunu söylemeliyim ki düşündüklerimin ve yazılabileceklerin hepsini yazmıyorum. Bir film hakkındaki yazıyı bitirdikten sonra şunu da yazabilirdim, şunu da ekleyebilirdim diye aklıma yeni şeyler geliyor. Fakat o yazıyı açıp bunları tekrar eklemiyorum. Bunun nedeni hem yazıları mükemmelleştirme gibi bir kaygımın olmaması hem de zaman darlığı. Yazıları mükemmelleştirmek için her zaman katkıda bulunabilirsiniz veya yazılanları saçma bulabilir, itiraz edebilirsiniz. Bu durumlarda yorum yazınız, yazılara herkesin yorum yapma izni vardır.
Sitenin içeriği izlediğim filmler. Burada vizyona yeni girmiş filmlerin tanıtımını veya "blockbuster" tabir edilen filmleri bulamayacaksınız. Göreceğiniz üzere izleyeceğim filmleri seçerken filmin çekildiği tarih veya ülkesi gibi hususlarında bir ayrım yapmıyorum. Sinemayı olağanüstü bir sanat olarak görüyorum ve bu sanatsal çabayı göstermiş her filmi izlemeye çalışıyorum.
İzlediğim filmler elbette burada yazılan filmlerle sınırlı değil. Şunu belirtmeliyim ki, bu yazıyı yazdığım şu tarihten önce seyrettiğim filmleri, eğer tekrar izlemezsem, buraya koymayacağım. Bunun yanında şu tarihten sonra izlediğim filmlerden de sadece yüksek çözünürlüklü olanlara yer vereceğim, sinema, DVD5 ve DVD9 gibi. DivX formatını filmler için bir "overview" olarak görüyorum. DivX formatında seyrettiğim bir filmi gerçekten beğenirsem, o filmin DVDsini, mümkünse DVD9 kopyasını bir şekilde edinmeye çalışıyorum.
Her şeyi yazmıyorum dedim ancak, yazılarda özellikle yer vermeye gayret ettiğim hususlar şunlar: Seyrettiğim kopyanın dağıtıcısı, formatı, IMDb bağlantısı ve konusu. Bir de kendi çapımda puanlama yapıyorum.
Sinema tarihinin içerisine girince şunu görüyorsunuz: İzlenecek o kadar çok muhteşem film var ki! Bu filmler hiç bir şekilde Atilla Dorsay kitapları vb. ile sınırlı değil. Hiç beklemediğiniz yerde hiç beklemediğiniz güzelliklerle karşılaşabiliyorsunuz.
Bunun yanında sinema "sektör"ünün kendi koşullarından kaynaklanan saçmalıklar da mevcut. Söz gelimi Türk sinemasını düşünün. Sinema tarihimiz boyunca çekilmiş filmlerin ne kadarına şu anda DVD olarak ulaşabiliyoruz? Hadi biz ulaşabildik, bu filmleri dünyaya ne kadar tanıtabiliyoruz? En basit olarak "Gemide" filminin İngilizce altyazılarına hiç göz attınız mı? Tam bir saçmalık! Türk filmlerinin bu şekilde ziyan edilmesine içim acıyor. Merak ediyorum TRT'nin arşivinde çürümeye terk edilmiş ne kadar Türk filmi vardır acaba?
Herkese iyi seyirler!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)